Sana nasıl bulsam, nasıl bilsem nasıl etsem,
Nasıl yapsam da
Meydanlarda bağırsam
Sokak başlarında sazımı çalsam
Anlatsam şu kiraz mevsiminin
Para kazanmak mevsimi değil
Sevişme vakti olduğunu…
Sait Faik Abasıyanık (Şimdi Sevişme Vakti şiirinden bir bölüm)
Hepimiz İstanbul’u iki yakadan ibaret biliriz. Avrupa, Asya. Aklımıza da hemen trafik gelir, kalabalıklar gelir, kaotik ortamı gelir. Ama İstanbul’un hemen yanı başında, 30 dakikalık keyifli bir vapur yolculuğu ile bizleri küçük ama şirin mi şirin bir Ege kasabası havasıyla “Burgazada” karşılar.
Ege’ye yakıştırdığımız her şeyi cömertçe sunar. Rum kültürü, evleri, daracık sokakları, hele o nefes kesen begonvilleri, mezeleri, yemekleri, müzikleri, balıkçıları, bakir koyları, kedileri ama en çok da hoşgörüsü ile tam bir Egelidir Burgazada. İstanbul’un aslında bir yakası daha vardır, oda Burgazada ile Ege yakası.
Marmara denizinin ortasına inci gibi dizilmiş, davetkar bakışlarıyla, herkesi çağıran Prens adaları yer alır. 9 ada içerisinde Burgazada, Heybeliada, Kınalıada, Büyükada ve Sedefadası’nda yerleşim vardır.
Adı çok romantik gelse de prens ve prenseslerin mutlu, huzurlu bir hayat sürdükleri yerler olmamış bu prens adaları. Roma İmparatorluğu zamanında prens, imparator, imparatoriçe gibi soyluların sürgün yeri olmuş. Manastırlara hapsedilmelerinden dolayı Bizanslılar bu adalara prens adaları demiş.
Gelelim bu yazının konusu Burgazada’ya ;
Evliya Çelebi meşhur “Seyahatname” sinde şöyle anlatır Burgazada’yı. “Kalesi deniz kıyısında yalçın kayalar üzerinde dört köşe küçük bir kaledir. Ada 10 mil genişlikte ve oldukça verimlidir. 300 kadar bahçeli tatlı suyu olan kuyulu evleri vardır. Halkı Rum’dur. Mamur kiliseleri vardır. Keçi ve tavşan gayet boldur. Dağlardaki bağların hesabı yoktur. Halkı zengin gemicilerdir.”
Burgazada, bugünde güzelliğinden, zarafetinden ve hoşgörüsünden hiçbir şey kaybetmemiş. Biraz edebiyat, hikaye ama özellikle şiire çok yakışan doğası, ahşap köşkleri, begonvilli sokakları ile her mevsim gidilmesi gereken bir yer. Burgazada prens adaları içerisinde, yüz ölçümü açısından 3. Sırada yer almaktadır. Ama güzellik açısından tüm adaları görmüş biri olarak benim için artık birinci olmuştur.
Osmanlı toprakları olmadan önceki adı kale-burç anlamında “Pyrgos” muş.
Burgazada’yı gezmenin en iyi yolu yürümek. Ada’da araç yok denecek kadar az. İsteyen bisiklet kiralayabilir ya da fayton seçeneğini kullanabilir. Burgazada’nın merkezi zaten yaklaşık 2 km. En uzak Kalpazankaya’ya orman içerisinde güzel manzara eşliğinde 30 dakikada ulaşabilirsiniz.
Burgazada’yı gezmeye iskeleye yaklaşırken gördüğümüz adanın en eski ve en önemli yapılarından olan Aya Yani ya da tam adıyla “Ayios İoannis Prodromas” kilisesi ile başlayalım.
Bu tarihi kilise 841 yılında Hz.İsa’yı vaftiz eden Aziz İoannis Prodromas adına, Bizans İmparatoriçesi Theodora tarafından Aziz Metodios’un kapatıldığı zindanın üzerine yaptırılmış. İstanbul’un fethinden sonra 2 kez tamirat görmüş olan kilise 1894 büyük İstanbul depreminde yıkılmış. Ada halkı kendi imkanları ile yeniden inşa ettirmiş ve 1899 yılında tekrar ibadete açılmış. 100.cü yılını kutlamaya hazırlanırken maalesef 1999 depreminde tekrar hasar görmüş. Kilise yetkililerinin söylediğine göre, Fransa’dan getirtilen kırmızı tuğlalar ile inşa edilen kilise, Burgazada’nın hava şartlarından zarar gördüğü için bugün üstü sıva ile kaplanmış. Ortodoks Rumlar her sene 29 Ağustos günü burada Aya Yani yortusu için toplanmaya devam ediyorlar.
Burgazada’da görülmeye değer 2 tanede manastır yer alıyor. Bunlardan bir tanesi adanın en yüksek yeri olan Bayrak Tepe’de. Eski adıyla Hristos tepesinde yer alan “Hristos Manastırı”. Burgazada’da en güzel manzarayı seyredeceğiniz bu tepeye çıktığınıza değecek.
Diğer manastır Burgazada’nın en güzel yürüyüş yolu olan “Gönüllü Caddesini” takip ettiğinizde karşınıza çıkacak olan “Aya Yorgi Garipi” manastırı. 1999 depreminde ciddi hasar görmüş, 2005 yılında tekrar restore edilmiş.
Buraya kadar gelmişken Aya Yorgi Garipi Manastırının bitişiğinde eski adıyla Paradisos, bugünkü adıyla “Cennet Bahçesi” yer almaktadır. Mola vermek ve bir şeyler içmek için mutlaka uğrayın derim. Burası Burgazada tarihinde önemli bir yer. 100 yıl dan fazla geçmişi ile tüm prens adalarının en eski eğlence mekanıymış. 1903 yılında “Madam Eleni” tarafından kurulan Paradisos, 1960’ların ortasına kadar dönemin parlak ve popüler eğlence yeri olarak İstanbul’a kadar nam salmış. Madam Eleni Yunanistan’a gidince uzun süre bakımsız kalan bu güzel bahçe, şimdi “Cennet Bahçesi” adıyla açık havada kültürel etkinliklerin ve konserlerin yapıldığı bir performans sanatları merkezine dönüşmüş.
Burgazada’da bulunan tek cami Burgazada camisi, 1953 yılında İstanbul’un fethinin 500. Yıldönümü adına yaptırılmış. Gezintiye çıktığınız gönüllü caddesi üzerinde dik bir yamaç üzerinde hemen göreceksiniz.
Burgazada’nın hoşgörü kültürünü yansıtan kilise, manastır ve caminin yanında görülmesi gereken bir diğer ibadet yeri “Adalar Cemevi”. İskeleden indikten sonra sola döndüğünüzde biraz ilerde itfaiye binasını göreceksiniz. Yanındaki sokaktan içeri girdiğinizde tabelalar sizi Cemevine götürecektir. İçerisini gezebilir, Cemevine ait çay bahçesinde bir şeyler içip kısa bir mola verebilirsiniz.
Burgazada iskelesinden sağa dönüp, sahil boyunca sıralanmış kafe ve restoranların önünden yürümeye devam ettiğinizde denize girilen birçok küçük koy göreceksiniz.
Gelin biz Sait Faik’in ayak izlerini takip etmeye devam edelim, yolu biraz uzatıp, hikayesi ve eşsiz manzarası ile “Madam Martha” koyuna gidelim.
Adı bir koya verilmiş kadın “Martha Arat”. Günümüz Türkiye’sinde bile marjinal kabul edilecek bir kadınmış Martha Arat. O zamanki adıyla “Halikya” koyunda 12 ay çıplak denize girer, renkli elbiseleri, saçlarına ve kıyafetlerine bağladığı kurdeleleri, bileklerinde halhalları ile özgür ruhlu, renkli taşlardan kolyeler yapıp adalı çocuklara hediyeler dağıtan sevecen bir kadınmış.
Lübnanlı Katolik bir Ermeni olan Martha Arat, 1920 doğumlu. Destansı bir güzelliğe sahipmiş. Osmanlı Bankası Müdürü olan babasının tayini üzerine çocuk yaşta İstanbul’a gelir. St. Benoit Lisesi’ni bitirdikten sonra 1921‘de Sovyet Devrimi’nden kaçarak ilk bale okulunu açan Lydia Krassa Arzumanova’nın öğrencisi olur; Türkiye’nin ilk balerinlerinden biri olarak tanınır. Berc Kazar’la evlenip Burgazada’ya yerleşir, kendisini doğaya ve denize adar.
Erasmus ünlü eseri “Deliliğe Övgü” de şöyle yazar; “Kim ruh bağlarını koparıp özgürlüğe kavuşmaya, zindanından kurtulmaya uğraşırsa, o zaman ona deli derler.” Madam Martha’da bu tür yakıştırmalar ve çeşitli ahlaksız dedikodulara dayanamayarak, ikinci denemesinde, 1986 yılında ilaç içerek intihar eder. Bıraktığı notta “Artık rahat edersiniz” yazar. Bu olaydan sonra Burgazada’da Madam Martha’yı seven insanlar “Halikya” koyunun adını “Madam Martha Koyu” olarak değiştirirler.
Bu güzel koydan tekrar anayola çıkıp sağa doğru yürüyüşünüze devam ettiğinizde yaklaşık 5-10 dakika sonra Kalpazankaya’ya geliyorsunuz.
Burgazada’da günbatımını en güzel izleyeceğiniz ve birbirinden lezzetli yemekler yiyeceğiniz Kalpazankaya Restorandasınız.
Eski zamanlarda burada sahte para basanlar yakalandığı için bu isim ile anılır olmuş.
Daha önceleri bir Rum vatandaşımız tarafından kır kahvesi olarak işletilirken, 1959 yılında bugünkü sahipleri tarafından restorana dönüştürülmüş ve halen 3. kuşak tarafından başarı ile devam ettiriliyor. Sadece Burgazada’nın değil, İstanbul’un en başarılı, lezzetli restoranlarından biri sayıldığını belirtmek isterim.
Aynı zamanda burası Sait Faik’in çok sık geldiği belki de ilham aldığı bir yer. Bende Kalpazankaya’da yemek yerken şöyle yazmışım notlarıma; “Sait Faik Burgazada’ki köşkte annesi ile “Eleni” yüzünden tartışır. Buraya gelir, sırtını bir ağaca yaslar, okkalı bir küfür sonrası sigarasından derin bir nefes çeker. Devamlı ceplerinde taşıdığı sarı kağıtlarını çıkartır, çakısı ile kaleminin ucunu açar ve kim bilir belki de yazının başındaki “Şimdi Sevişme Vakti” şiirini burada yazmaya başlar.
Gezimizi Burgazada’ki en özel yerle “Sait Faik Abasıyanık” müzesi ile noktalayalım.
1954 yılında ölen Sait Faik, ömrünün son günlerinde Darüşşafaka’da düzenlenen bir edebiyat matinesine davet edilir. Burada söyleşi sonrası öğrencilerin yoğun ilgisi ile karşılaşır. Matine sonrası öğrencilerle okulu gezer, onlarla yakından ilgilenir. Eve döndüğünde annesine, mal varlığını ve ölümünden sonra kitaplarından gelecek telif haklarını, babası hayatta olmayan çocuklara çok güzel olanaklar sunan Darüşşafaka’ya bağışlamak istediğini vasiyet eder.
Sait Faik Abasıyanık’ın yaşamına tanıklık etmiş eşyaları, fotoğrafları, mektupları, kartpostalları, eserlerine konu olan sayısız hatırasının izlerini taşıyan nice eşya ve belgeyi ziyaretçileriyle buluşturan Sait Faik Abasıyanık Müzesi, ilk olarak 22 Ağustos 1959 tarihinde açılır.
Müze bahçesine girdiğinizde sizi Sait Faik heykeli karşılar. Yine kalabalıklar arasında yalnızdır.
Müzeden kitaplarını satın alabilirsiniz. En azından bir tane kitap alın, müze bahçesinde ki banklardan birine oturun, bu tarihi köşke karşı hikayelerini okuyun. Okudukça göreceksiniz sıradan insanların hikayeleri, ancak bu kadar sıra dışı anlatılır. Ne kadar insan sevgisi ile dolu olduğuna şaşırırsınız. Hakkında okuduğum en güzel cümlelerin biride “Sait Faik radikal hümanisttir” cümlesidir.
Beni tekrar Burgazada’ya getiren, Sait Faik’in izini sürdüren, bu yazıyı yazmaya neden olan aslında güzel bir tesadüf. Özlem Esmergül’ün yazdığı Destek yayınlarından çıkan “Yalnız hatta Yapayalnız-Bir Sait Faik Abasıyanık Romanı” adlı kitabı.
Kitapla, Sait Faik’in hayatı ile 1940-1950’li yılların Türkiye siyasi ortamına ve bugün hepimizin isimlerini ve eserlerini bildiğimiz nice yazar ve şairin gençlik yıllarına geri dönüyoruz.
Eğer bir gün Burgazada’ya gelirseniz önerim bu kitabı okuyup öyle gelin.
İlk gençlik yıllarımda Varlık yayınları küçük ebatlı cep kitapları basardı. Yaşı uygun olanlar hatırlar ya da şimdiki gençler sahaflarda mutlaka görmüştür. Sait Faik hikayeleri ile tanışmam da varlık yayınlarının bu kitapları ile oldu.
Kitaplarının ilk kez basıldığı 40’lı-50’li yıllardaki siyasi atmosfer, benim ilk kez okuduğum yıllarda ki siyasi atmosfere benzerdi. Ülke çok fazla politize olmuş ve toplumcu gerçekçi hikaye ve romanlar okunur, bu yazarlar beğenilirdi. Sait Faik hikayeleri basit görünürdü. Bu tür kitaplarda okusam, Sait Faik hikayelerini her okuduğumda çocukluğumun naif dünyasına geri dönüyorum. Sait Faik hikayelerinde, sadece insanları yazmaz. İstanbul’un sokaklarını yazar, köprülerini, gecesini, gündüzünü, balıklarını yazar, kargaları da yazar. İnsan hikayeleri yazdığında, hepimizin görüp geçtiği, hatta görmediği, görmemezlikten geldiği, sokak çocuklarını yazar, sokak kadınlarını yazar, balıkçıyı, yoksulu yazar.
Hem de öyle bir tutkuyla, ve o yıllarda yapılan onca olumsuz eleştiriye karşı, bildiği gibi yazmaya devam eder. “Neden yazıyorsunuz” diye sorulur bir gün Sait Faik’e, herhalde yazmayla ilgili hayattaki en güzel cevabı verir “Tütüncüye koştum, kağıt kalem aldım, kalemi yonttum ve öptüm. Yazmasam deli olacaktım,” diyen bu koca yürekli adam, bugün Türk hikayeciliği diye bir şeyden bahsediyorsak işte onu başlatan adam. İyi ki yazmışsın.
Yazıya başlarken olduğu gibi bitirirken de sözü yine Sait Faik’e bırakalım. “Ne söylesem boş ne söylesem anlatamam ki iyisi mi susayım, bitireyim hikayemi…”
Gelin Burgazada’ya ve hikayenin devamını siz getirin.